Milliyet yakında kahve sohbetinde akla gelenlerle hazırlanacak CIA'li, Şeyhli fantastik hikâye Mantık, manyetik kartı iptal edildiği için Milliyet binasına giremiyor galiba artık. Mehmet Y. Yılmaz, bu gazeteyi bir fantastik anlatılar seçkisi gibi okumamız gerektiğini bize kabul ettirecek sonunda. Milliyet'in 17 Aralık tarihli manşetinden sözedeceğim. Biliyorum, günlük tempomuza göre konu eskimiş sayılır; ama araya bayram tatili girdi ve böyle bir manşetten bahsedilmese yazık olurdu. Bizim adımıza da "atlanmış" olurdu. Manşet şuydu: "Kasetteki şeyh CIA ajanı". Milliyet'ten spotları, spotumsu metinleri falan aktarayım, ayrıca özetlememe gerek kalmayacak: "Observer, Ladin'e suçunu itiraf ettiren Suudi Şeyh El Hamdi'nin, CIA adına çalıştığını yazdı. İstihbarat kaynaklarına yakınlığıyla bilinen Obverser'in haberine göre CIA, Ladin'in suçluluğunu tüm dünyaya kanıtlamak için müthiş bir plan yaptı. Usame'nin çok güvendiği Suudi şeyhi El Hamdi ile temas kurup anlaştı. El Hamdi de Ladin'e her şeyi itiraf ettirdi ve bu anı kasete aldırdı." Yani bütün dünyaya "işte kanıt" diye sunulan kaset, böyle bir CIA operasyonunun mahsulüymüş. Bizi bu kısmı ilgilendirmiyor. Milliyet'in, yani kendi çapında iddialı bir gazetenin, alıp başka bir gazetenin haberini -üstüne hiçbir şey katmadan- manşet yapmasına da takılmayacağız, konuyu dağıtmamak için. Belli ki Milliyet'çiler bundan utanmıyor zaten. O zaman neye takılacağız? Şuna: Bize haber diye sunulan metnin bir mantığı var mı? Mâkûl mü, manşet yapılacak kadar önemsenen hikâye? Şeyhten başlayalım Milliyet, CIA adına bu şeytanî itiraf-teşhir planını yürüten şeyh hakkında bize şunları söylüyor (Milliyet muhabiri Nevsal Elevli'nin ifadeleriyle): - Bu adam, Üsame Bin Ladin'in eski dostudur. - Onun çok güvendiği bir kişidir. - Batı düşmanlığıyla tanınan bir isimdir. - Suudi Arabistan rejimine de muhaliftir. - Bu yüzden Mekke'deki yardımcı profesörlük görevinden uzaklaştırılmıştı. - Her yerde Ladin'in dostu olduğunu söyleyerek itibar kazanmaya çalışıyor. (Milliyet muhabiri herhalde "her yerde" derken, Ladin'in dostu olmakla itibar kazanılabilecek "yerleri" kastediyor, takılmıyoruz.) Kasete geçelim Milliyet'in bu haberinin en dikkat çekici bölümlerinden biri şöyle (aynen aktarıyorum): "İstihbarat kaynaklarına yakınlığıyla tanınan İngiliz The Observer gazetesinin haberine göre, Afganistan'da Taliban karşıtı Kuzey İttifakı komutanlarından Hazret Ali'nin askerlerince ele geçirilen kanıt kaset gerek sesi ve gerekse de görüntüleriyle tamamen orijinal. Yani 9 Kasım'da Kandahar'da kaydedilen kaset her şeyiyle gerçek ve üzerinde hiçbir tahrifat yapılmamış." Ne tuhaf değil mi? Observer kasetin "her şeyiyle tamamen gerçek" olduğunu yazıyorsa bizim de bunu aynen böyle kabul etmemiz gerekiyor. Yani kasetin orijinalliğinin "kanıtı" da bir İngiliz gazetesinin "bu böyledir" demesi. Olacak iş değil. Ama olmayacak işler de bununla sınırlı değil. Kabul edelim ki, CIA şeyhle anlaştı, o da gitti Ladin'e "haydi, anlatsana, anlatsana!" yaptı, anlattırdı, kaydettirdi, filan... Böyle bir durumda, kasetin su yüzüne ne zaman nasıl çıkarılacağı da planın önemli bir parçası olmalı. Ama Milliyet muhabiri, masum masum, bu kasetin Kuzey İttifakı komutanlarından birinin askerlerince "ele geçirildiğini" söylüyor. Nasıl olmuş yani? CIA tezgâhı kurmuş, şeyhi sürmüş Ladin'in üstüne... sonra da dönüp gitmiş, kaset de ortada kalmış, o askerler tarafından ele geçirilmiş - öyle mi? Mantığın olmadığı yerde böyle sorular da sorulmaz elbette. Bakın daha ne var: "Tam bu noktada"... - Hangi nokta yahu? Şeyh El Hamdi'nin özelliklerinden yukarıda bahsettik. Onların üstüne eklenmek üzere, Milliyet'in haberinin en can alıcı parçasını aktarayım: "...El Hamdi kişilik olarak dikkat çekmeyi ve kendini olduğundan önemli göstermeyi seviyor. Her yerde Ladin'in dostu olduğunu söyleyerek itibar kazanmaya çalışıyor. İşte istihbarat kaynaklarına göre, Hamdi'nin bu zaafını değerlendiren CIA bu noktada devreye girdi ve büyük bir olasılıkla Pakistan, Suudi Arabistan veya Mısır istihbarat servisleri üzerinden şeyh ile temas kurdu. Bu gizli servislerden biriyle anlaşan Hamdi de Ladin'e kamera karşısında suçunu itiraf ettirdi." Anladınız mı, CIA hangi "noktada" devreye girmiş? Öyle bir "nokta" mı var? El Hamdi kendini önemli göstermeye bugünlerde mi başlamış, hangi "noktada" başlamış? Zaafı hangi "noktada" fark edilmiş de "devreye girilmiş"? İkinci olarak, kendini Bin Ladin'le yakın dost vs. göstererek itibar kazanmaya çalışan adamın "bu zaafı" nasıl olmuş da Ladin'e tezgâh kurması yönünde "değerlendirilebilmiş"? Adamın kendi hakkında yaratmaya çalıştığı söylenen izlenim ile Bin Ladin'e ihanet etmesi nasıl bağdaşıyor? Tabiî ki esas soru şu: Bu şeyh nasıl kandırılmış? Neyle kandırılmış? Nasıl olmuş da "...gizli servislerden biriyle" anlaşmış? Ne üzerinde anlaşmış? Aslına bakarsanız, adamın kiminle anlaştığı da belli değil. Kasetin "her şeyiyle gerçek", "hiç tahrif edilmemiş" vs. olduğundan eminiz de, şeyhin "büyük olasılıkla" şununla veya bununla anlaştığını bilmek yetsin isteniyor. Dön dolaş, ı-ıh! Olmuyor... Şeyh El Hamdi, Bin Ladin'e yakınlık havaları basarak prim yapmaya çabalayan bir kişiyse bu tezgâha niçin katıldı? Eğer bu baştan sona bir tezgâhsa, o kasetin "ele geçirildiğinden" sözedilebilir mi? "Ele geçirilmiş" olması gerekiyor ki, inandırıcı sayılsın. Ama bir yandan da hazırlanışının tezgâh olduğunu öğreniyoruz şimdi bu haberden. Yoksa bu sırf, haberdeki gibi, "11 Eylül saldırılarını atlayan CIA'in bu karşı operasyonla rövanşı aldığı belirtildi" diyebilmek için mi? Bunu kim belirtmiş? Observer. Zaten haberi yayımlayan gazete! Peki CIA kaseti hazırlatıp Kuzey İttifakı komutanının askerlerinin bulabileceği bir yere mi bıraktırmış? Şeyh ne olmuş peki? Bugüne kadar itibar kazanmaya çalıştığı "yerlerde" dolaşabiliyor mu? Allahım! Dön dolaş yine aynı noktalara geliyorum!.. Daha fazla soru sormayacağım. Hikâyeyi yeniden şöyle bir geçirin aklınızdan. Başından başlayıp sonuna kadar gelemezsiniz, eğer bir mantık çizgisi izlemeye kalkarsanız. Bitirirken hatırlatayım: Bu, bir İngiliz gazetesinin sözümona haberiydi, Milliyet alıp bunu yersen manşet yaptı! Hikâyeyi bir defa olsun mantık süzgecinden geçirmeden. Ya da... yoksa..? (19 Aralık 2001) Bir Sabah'a baktım, bir Milliyet'e... ve hiç şüphem kalmadı Arjantin dibe, biz yükseklere En uzun gecenin gündüzünde, 2001'in 21 Aralık'ında, bir gün önce Arjantin'de dükkânları yağmalayan "normal vatandaşlar"ın 22'sinin polis ve mal mülk sahiplerince öldürüldüğünü, binden fazlasının tutuklandığını öğrenip, onlara bakıp bakıp, "Üsame'yi Allah gönderdi" diye şükredilen bir ülkede yaşıyoruz. "Biz" hangi yanlışları yapmamışız da Arjantin gibi olmamışız, bunları tekrarlayarak özgüvenimizi dakika başı yeniden yaratmaya çalışıyoruz. (Çünkü aslında yok.) "Biz" sabit kurda ısrar etmemişiz, dalgalı kura geçmişiz, bu yüzden bizim halkımız dükkânları yağmalamamış; seviniyoruz. Bu sevinen "biz"e, aç olduğu halde dükkân yağmalamayan sağduyulu halkımız da dahil mi, bilemiyoruz.
Gazetelerimizin "biz"i hepimizin bildiği gibi bir başka "biz"dir. Bizimle alâkası yoktur. Arjantin'deki patlama üzerine kafa yoran, Maradona'nın diyarıyla bizim memleketimizi kıyaslayan bilumum köşe erbabının yazdıklarına bakın, gazetecilerimizin kendilerini bu ülke yönetiminin bir unsuru olarak gördüklerinden bir daha asla şüphe duymayacaksınız. Bu durumun "basın"ın varlık sebebine aykırı olduğunu, birçok ayrıcalıkla donatılmış bir gazetecilik mesleğinin meşruiyetini ortadan kaldırdığını günün birinde fark edebilecek miyiz acaba? Giderek zorlaşıyor sanki... En çok zorlaşan da, gazetecilerin bizzat kendi işlevleri hakkında az buçuk fikir sahibi olması ve bunun gereğini yapması. Çünkü onlar bambaşka işlerle meşgûl. 21 Aralık'ın fotoğrafı Gazete dediğin, yoğunlaştırılmış bir özet ifadeyle, bir günün fotoğrafıdır. Fotoğraftan fazlasıdır üstelik. Ama en azından bir günün fotoğrafıdır. 1980'lerde arsız bir sarmaşık gibi birden boy atıp her tarafı istila eden böbürlenme ve küstahlık kültürünün havasına uygun olarak kendini "Türkiye'nin en iyi gazetesi" ilân etmiş bulunan Sabah, bu iddiasını hâlâ sürdürüyor. Bakalım bu en iyi gazete 21 Aralık günü nasıl bir fotoğraf sunuyor bize, bir gün öncesine dair. Şunları görüyoruz Sabah'ın ilk sayfasında: Manşet: "Rus ajanlarına kök söktürdüm". Mevzu: "Rusya'daki sorgusunda tek kelime konuşmayan, MİT'in uçağıyla yurda dönen Türk kadın ajan, kâbus günlerini Sabah'a anlattı". Geçen hafta Rus televizyonunda yakalanışına dair belgesel görüntüler yayımlanan Vicdan Şanslı ile görüşülmüş. O da döktürmüş. Sabah muhabiri ve yazıişleri de kendi tuzunu katmış, olsa olsa birinci sayfadan anonsu verilebilecek bir fantezi haber, manşete yükselmiş. Orada anlatılanlar gerçeği ne kadar yansıtıyor, daha önemlisi, bütün bunların ne önemi var, soramayız tabiî. "Gazetecilik yaptık" karşılığını vereceklerdir bize. Biz de, milletin şüphesiz merak ettiği bu kadınla konuşmanın elbette gazetecilik olduğunu, ama bunu manşet yapmanın, hele yine bir yerinden münasip kulp takıp milliyetçi hisleri okşama vesilesi yaratmanın gazetecilikle falan ilgisi olmadığını bu muhteremlere anlatamayacağız. Ayrıca, böyle bir kişiyle konuşulduğunda, onun anlattığı her şeyi gerçekmiş gibi yansıtmanın ne bakımdan ne kadar yanlış olduğunu da açıklayamayacağız. Geçelim. Ama manşet lafını ve spottaki motifi aklımızda tutalım: "Rus ajanlarına kök söktürdüm - ...tek kelime konuşmayan..." Bunun hemen altında, Arjantin haberi var; fotoğraflı: Normal vatandaş olduğu her halinden belli genç bir kadın, bakkal veya marketten yağmalanmış sıvı yağ şişelerini polislerden kurtarmaya çalışıyor. Haberin başlığıysa, Arjantin'de neler olduğuna ilişkin değil. Şu: "derviş: Türkiye Arjantin olmaz". Bunu da kahraman kızımızın Ruslara zırnık koklatmamasına ekleyip devam edelim: "Museviler'den başkan Bush'a teklif: Türkiye'nin tüm borcunu silelim." İkinci kısım büyük, asıl başlık o. Böylece ne etti: Rus ajanlarına kök söktürdüm - Türkiye Arjantin olmaz - Türkiye'nin tüm borcunu silelim. Sürmanşeti de atlamamalıyız tabiî: "Afganistan'ı Türk modeli kurtarır". Başbakan Ecevit, laik Afganistan için ideal model olduğumuzu, Hıristiyan devletlerin "irtica sorununu" çözemeyeceğini söylemiş. Ayrıntısını bir kenara bırakıyoruz. Belki Kemal Alemdaroğlu genel vali olarak atanacaktır, filan, bilemeyiz şimdi... Sabah'ın ilk sayfasında, bunlara ilâveten, Almanya'daki Kara Ses Jr. Metin Kaplan'ın iadesi için yolun açıldığını ve Kumluca'daki sel felâketini görünce "arabasına kapanıp ağlayan" bayındırlık bakanından bahseden köşeyazısının (Yavuz Donat) anonsunu okuyoruz. Mevzuyla ilişkisiz bir haber, yukarılarda: atlet Süreyya Ayhan ile hocasının millî mesele haline gelen ilişkisine dair bakanlar kurulu... pardon, Beden Terbiyesi... yok, neydi, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü... her neyse işte, duruma devletin elkoyduğuna dair haber bu. Bol meme resimli Tele Şamdan anonsu ile alttaki bir küçük promosyon anonsu ve bir reklamı saymazsak, Salih Memecan'ın karikatürünü de hesaba katmazsak, Sabah'ın birinci sayfasında bize söylenenler şunlar oluyor, 21 Aralık günü: Bizim kadın ajanımız kahramandı, tek kelime konuşmadı - Afganistan'ı bizim modelimiz kurtarır, biz en laik ve en kıyak ülkeyiz - Biz asla Arjantin gibi olmayız, biz onların düştüğü hatalara düşmedik - İsteklerimiz yerine geliyor, Metin Kaplan'ı da verecekler bize - Bizim bakanımız, sel felâketi karşısında hüngür şakır ağlıyor, yöneticilerimiz problemlerimize karşı çok duyarlı... Taksit taksit eriyiş... Şimdi veya en geç birkaç satır daha okuduktan sonra, "Peki, o fotoğraf ne?" diye soracaksınız muhtemelen. O fotoğraf Sabah'tan değil. Milliyet'ten (yine 21 Aralık). Ayrıca hayır, birinci sayfadan değil. Milliyet'in birinci sayfasında, "Evsizlere misafir olduk" diye bir röportaj anonsu var; iki evsiz çocuğun, hallerinden pek memnun gülümsediği bir fotoğrafla süslenmiş. Onun hemen üstünde de "Laila evden atılabilir" haberi. "Türkiye'nin gözde mekânı..." diye başlayan, Laila'nın arazisinin sahiplerinin "sosyal patlamayı körükleyen yer" diye gösterilen bu eğlence yerini topraklarında istemediklerini bildiren bir haber. Ona da, Laila'dan bir eğlence "enstantanesi" eşlik ediyordu. Sayfaya koyduğum büyük fotoğrafı Milliyet'in arka sayfasından aldım. Arka sayfanın manşetinden. Ayşe Hatun Önal ile TuğbaÖzay'ın sunacağı TV programıyla ilgili haberin yanında yeralan manşetten.İki mankenle ilgili haber sıkı bir baldır-bacak fotoğrafıyla süslenmişti ve muhtemelen "dalağını yardılar" başlığı atılamadığı için "Dekoltenin hakkını verdiler" başlığını taşıyordu. Yukarıdaki fotoğrafı aldığım manşet ise, "Taksit taksit estetik"ti. Spotta şöyle demişler: "Yeni yıla daha genç, daha güzel mi girmek istiyorsunuz? Estetiği şimdi yaptırın, üç dört taksitte ödeyin." Transmed Medical Center'da, peşin ödemede indirim varmış, botox (kırışıklıkları dondurma) 300 dolar, dudak kalınlaştırma 300 dolar, göğüs büyütme 2000-2500 dolar vs. imiş. Polat Renaissance otelinin güzellik merkezi La Praire'de ise, botox 450 dolarmış ama yanında arkadaşını da getirirsen 300'e indiriyorlarmış. Benim fotoğrafın resimaltı şuydu: "Estetik yaptırmaya karar verdiyseniz fırsatları iyi düşünün." Şimdi o fotoğrafa bir daha bakın. Niye o halde o kadınlar? "Medical" uzmanımız, yaptığı işten azıcık pişman olmuş gibi. Değil mi? Estetik yaptırmaya karar vermiş ve fırsatları iyi düşünmüş kadın da, sanki bu sırada sokakta olup bitenlere bakıyor. Hafiften öfkelenerek. Belki orada dükkânları yağmalıyorlar. Arabasını çıkaramayabilir otoparktan. Ya da maazallah, arabaya da fena birşeyler yapabilirler. Ama yok. Kadın fazla cool, böyle bir galeyan vaziyetini izliyor olamaz. Bir ihtimal, Türkiye'nin Arjantin gibi olmayacağından emin, o da. Sadece yolun öbür yanındaki güzellik merkezinin dışına asılmış fiyat levhasını okuyup kıyas yapıyor belki. Fırsatları atlamasın diye. Fakat o medical arkadaş niye öyle mahzun? Yoksa bakışlarını yere eğmemiş de, sehpanın üstündeki televizyona takılmış? Hani orada da maazallah... Bilemiyorum. Tek bildiğim, Milliyet'in dekoltenin hakkını verdiği. Şahsen, Sabah ile Milliyet'e bakınca, korkacak bir şey olmadığını düşünüp ferahladım. Hafifledim. Yavaş yavaş yükselmeye başladığımı hissettim. İşte o anda anladım bu gazeteleri yöneten meslektaşlarımın haleti ruhiyesini. Onlarla beraber uçuşa geçince. Arjantin dibe vururken bizim yükseklere çıktığımızı söylemekten muradım budur. Uçuyoruz hayırlısıyla, demek istemiştim. (21 Aralık 2001) |