Bir elimizde kaleş, bir elimizde Deniz Akkaya, umurumuzda mı dünya?
Basının 30 bin ölüye saygısızlığının resmi!

 

Yaptığımız iş bir açıdan çok zor, değerli Medyakronik okurları. "Teminindeki güçlük zammı" istemek için biryerlere başvurmayı bile düşünüyorum bazen. Bu muazzam zorluğu size nasıl anlatsam? Şöyle olabilir belki: Biz her gün bir sürü gazete okumak zorundayız!

Sabah işe geliyoruz, diyelim ki o gün moralli, hevesli kalkmışız, olur ya, bizim memleketimizde bile imkânsız değil böyle şeyler, evet, geliyoruz, işimizi yapabilmek için açıyoruz gazeteleri... Ve... muhakkak bizi beynimizden vurulmuşa çeviren birşeylerle karşılaşıyoruz.

Dünkü (16 Ocak) gazetelerde yeralan kaleşnikoflu Deniz Akkaya fotoğrafı işte bunlara bir örnek. Bu fotoğrafı görünce aklıma gelen bir anımı nakledeceğim müsaade ederseniz (dernek genel kurullarının sonundaki "dilek ve temenniler" bölümüne benzedi azıcık, ama olsun).

12 Eylül'den birkaç yıl sonraydı. Bir arkadaşımla yürürken, nedense zihnim çeşitli sapıklıklara meyletti. İşkencenin ABD'de de bizdeki kadar konu olması halinde Amerikalıların Disneyland benzeri bir yer kuracakları, insanlara işkencehane modelleri gezdirecekleri, hattâ isteyenlere -tabiî para karşılığı- işkence çeşitlerinden minik örnekler tattıracakları vs. üstüne atıp tutmaya başladım. Buna biraz inanmıştım da sahiden. Bence Amerikalılar derhal hücreler, sorgu odaları, tazyikli su, Filistin askısı, manyeto vs. düzeneklerini kurar, büyük bir eğlence havası içinde Tortureland kasasını doldurmaya girişirlerdi.

Arkadaşımın yüzüme nasıl endişeyle baktığını hâlâ hatırlıyorum.

Deniz Akkaya'nın Yüksekova'da çektirdiği kaleşnikoflu fotoğrafı görünce, ABD'ye bazı bakımlardan ne kadar yaklaştığımızı tesbit etmek zorunda kaldım artık. Evet, "hayata takılma"nın Amerikanvarî tarzını sindirmişiz, buna şüphe yok.

Bir süredir, özellikle Milliyet gazetesinde gördüğümüz, elbette, başta Star, öteki gazetelerin de genellikle geri kalmadığı, başkalarının acılarına kayıtsızlık, duyarsızlık, felâket olmuş yerden espri ve eğlence çıkarma anlayışını örnekleyerek eleştirmeye çalışıyoruz. (Arşivimizde bu konuda çeşitli yazılar yeralıyor. Bugünkü sayfamızda da dünden aktarılma yazılar var, bu konuda: Milliyet yazıişlerinde digerkâmlık sıfır ve O özür diliyor, bu telafi ediyor ...)

Özal'lı yıllarda büyük bir hevesle benimsediğimiz, kayıtsızlık, duyarsızlık, altta-kalanın-canı-çıksıncılık tavrının varacağı yer bu olmalıydı, niye şaşırıyoruz aslında... Belki de şundan: "Güneydoğu" kavramı bu memlekette pek çok insan için tek bir anlama geliyor: evlat acısı! Yetkililer, sık sık "30 bin ölü"yü hatırlatarak çeşitli girişimlerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Türkiye'nin pek çok sorunu bu ölümlerle bağlantılı. Bu kadar insanın hayatına malolan "düşük yoğunluklu savaş", bize bir Susurluk armağan etti, "bin operasyon" armağan etti, çeteler bu savaşın kaosunda serpildiler. Yıllar süren acılar hâlâ dinmedi. Bizzat basının en çok duygu sömürüsü yaptığı konulardan biri, "şehit aileleri". Askerlik çağındaki kaç genç öldü, kaçı sakat kaldı...

Deniz Akkaya'nın eline o kaleşnikofu tutuşturanlar kimlerdir? Bunu niye yaparlar? Hiç utanıp sıkılmazlar mı? Haydi orada bir karambol oldu, böyle bir münasebetsizlik yapıldı, fotoğrafı da çekildi, gazete mutfaklarına gönderildi; bu mutfaklarda o fotoğrafı görünce içi cız eden hiç kimse mi yok?

Deniz Akkaya'nın kaleşnikoflu fotoğrafı, 2000'ler Türkiye'sinin fotoğrafıdır. Kendi acılarına bile saygısı olmayan bir toplumun kendi kendisiyle gaddarca alay etmesidir. Bu işi, böyle bir işe en yatkın kesimi aracılığıyla yapmaktadır: basın aracılığıyla.

Bu fotoğraf, hayatımda gördüğüm en müstehcen fotoğraflardan biri.

Ortaya koyduğu gerçeklerden biri de, Deniz Akkaya yaşındaki ve konumundaki insanlarımız için o "30 bin ölü" lafının ne ifade ettiği. Bunu özetlemem çok kolay olacak: Hiçbir şey ifade etmiyor. Deniz Akkaya, genç bir "işkadını". "Piyasa"nın istediğini sunuyor, karşılığını alıyor. Onu yaptığı şeye dair sorgulamaya kalkmak komik olurdu. Haksız olurdu, demiyorum elbette.

Bu fotoğrafta "haber değeri" bularak onu kayıtsızca birinci sayfalarına basanları "30 bin ölü"ye ilişkin duyarlılık bakımından Deniz Akkaya'dan ayıran bir tek şey var: Bu konunun kullanılabilirliğini bilmeleri; yani faydacılıkları. Aynı gazetelerde bundan sonra da "şehit anaları"na dair duygu sömürülerinin tam gaz sürdürüleceğinden şüpheniz mi var?

Belki de bunu Deniz Akkaya'yı elinde bayrakla şehitliğe götürerek yaparlar. (16 Ocak 2001)


Milliyet yazıişleri kendini fena halde esprili sanıyor, fena oluyor
Emre Aşık'tan Sergen olur mu?

 

Mehmet Y. Yılmaz, genel yayın yönetmenliğine getirildiği Milliyet'e "yeni ruh yeni çehre" kazandırmak isterken büyük kötülük etti. Anlayabildiğimiz kadarıyla, yazıişlerine şöyle bir direktif verdi Yılmaz: Alışılmış, kanıksanmış, rutinleşmiş ifadelerden kaçının, ilginç, değişik ve özellikle esprili başlıklar, ilgi çekici sunuş yöntemleri bulun!

İlk bakışta pek meşru görünen bu yönelişin sonuçları acı oldu. Bu yüzden Milliyet insanî trajedilerle bile dalga geçebilen, duyarsız, hattâ hain bir yaratığa dönüştü. İkinci olarak, haberlerde bir olayın doğru dürüst aktarılması kaygısının yerine başlığın çarpıcı olması hırsı geçti, haberler evlere şenlik oldu. Üçüncüsü, espri otursun diye eğilip bükülmeyen bir şey kalmadı, mantık gazeteden dışlanmaya başladı. Dördüncüsü, haber yerine "ilgi çekici" sayılan ne varsa geçirildi, gazete, iyi sıhhatte olsunların gayrıresmî yayın organına döndü.

Şimdi didikleyeceğim iki küçük örnek, Milliyet yazıişlerinin meslek ehliyetini sınamak için pek uygun.

Sanal âlemde işitilen sesler

"Dünya gençliğinin seksi pop ilahesi" Britney Spears meğer İngiltere veliaht prensi Charles'ın büyük oğlu William'a "çıkma" teklif etmişmiş. Spears bunu ve teklifine cevap alamadığını itiraf etmiş. Milliyet, "İngiliz basınına göre," diye yazıyor, "21 yaşındaki seksi yıldız, komedyen Frank Skinner'ın TV şovu için geçen hafta çekilen programda, 19 yaşındaki prensi akşam yemeğine davet etti." Ne anlıyoruz buradan? Britney Spears, program çekimi sırasında prense "çıkalım" çağrısı yapmış... olmalı...

Oysa biraz yukarıda şunu okumuştuk: "Spears... William'a elektronik posta aracılığıyla buluşma önerdiğini..."

Anladığımız, pop yıldızı prense "yemeğe çıkalım" diye mail atmış, prens cevap vermemiş, Spears sözkonusu TV programı çekiminde bunu anlatmış. Yani, davet sanal âlemde, itiraf TV'de olmuş galiba.

Olayın bu şekilde karman çorman edilişini izledikten sonra, Milliyet'in bu habere attığı başlığa bakalım: "Prensim, sesim geliyor mu?" Nasıl yani? Hangi "ses"? E-posta sesi mi? Ne alâka? Hani, popçu Spears ile prens William arasında yaşanan şey "siber romantizm"di? E-posta okurken bir yandan da ahlayıp inliyorlar mı? Bu yüzden mi Milliyet "ses"ten sözediyor?

Bu habere "Spears: Prens beni reddetti" türünden bir başlık atılsa gazetenin satışı mı düşecek?

Kendini esprili sanmak çok acınacak bir durum. Üstelik, espri peşinde koşacağınıza, sadece iki-üç unsuru bulunan bir olayı bile doğru aktaramayışınızla uğraşsanıza.

"Dışarıda can, içeride kitap"

Espri ihtirasının Milliyet'e çok zararı dokunuyor. Şöyle bir garabet, bir dönem basının en ciddî, özenli gazetelerinden biri sayılan Milliyet'te yeralabiliyor meselâ: "Dışarıda can, içeride roman okudular!"

Bir patlangaca konmuş bu ifade, "Entelektüel çeteciler" başlıklı haberi süslüyor. Alaattin Çakıcı, Nuri Ergin ve benzer şahsiyetler hapiste durmadan kitap okuyorlarmış, habere göre. Türk mafyası "kitap kurdu" olmuş.

Peki, ne demek olabilir, "dışarıda can, içeride roman okudular"? "Canımıza okudular" mı denmek isteniyor? Ben başka bağlantı bulamadım. "Can okumak" diye bir şey henüz icat edilmediğine göre... Ne çirkin!

Üstelik, dahası da var. Bu şahısların dışarıda "can okuması", geçmişte kalmış olaylara ilişkin bir laf. Dolayısıyla, geçmiş zamanda, "okudular" denmesi normal. Peki, "kitap okudular" normal mi? Hayır. Çünkü, haber zaten "okuyorlar" haberi. Yani bu adamlar, en iyi ihtimalle, "dışarıda can okudular, içeride roman okuyorlar".

Dahası da var. Ben de sıkıldım, kusura bakmayın. Türk mafyası kitaba sardırmış, tamam da, verilen en çarpıcı iki örnekten birinde, Nuri Ergin'in okuduğu kitap, Kâzım Karabekir'in anıları. Yani "roman" değil.

Dil yanlışı, zaman yanlışı, mantık yanlışı, olgu yanlışı... Tek patlangacın içinde Milliyet bize bunları sunabiliyor. Hayranlık uyandırıcı! Tıpkı üç-beş cümlelik Britney Spears haberine onca çelişki ve mantıksızlığın sığdırılabilmesi gibi.

Bütün bunlara o umutsuz espri arayışı çabaları mı yolaçıyor? Milliyet yazıişlerine "önce işimizi doğru dürüst yapalım hele" çağrısı yapabilecek bir merci yok mu? (Bunu genel yayın yönetmeninden bekleyemiyoruz, çünkü bu gazeteyi bu hale getiren bizzat o.)

Hiç değilse şunu hatırlatayım: Kendini esprili sanmak çok acınası bir haldir. Milliyet yazıişleri, karşımıza sıkça çıkan bu tür icraatıyla, Sergen'in yerinde oynamaya kalkmış Emre Aşık'a benziyor. (25 Ocak 2002)